15 Eylül 2020’de İsrail ile Birleşik Arap Emirliği ve Bahreyn Sultanlığı arasında ilişkileri normalleştirme, bir başka ifadeyle barış anlaşması imzalandı. ABD Başkanı Trump’ın himayesi altında Washington’da imzalanan anlaşmanın ardından İsrail Başbakanı Netanyahu, Orta Doğu barış sürecine yeni halkaların eklenmesinden memnun olduğunu ve “İsrail’in bölgedeki komşuları ile barış içerisinde yaşamak istediğini” söyledi. Bu arada hem İsrail hem de ABD yayın organlarında İsrail ile “normalleşme” anlaşması imzalayacak yeni ülkelerin varlığından söz edildi. Gazetelerin yazdığına göre, yakın bir gelecekte Umman, Sudan, Cibuti, Komorlar ve Moritanya da İsrail ile barış anlaşması imzalayacak. Daha başka kaynaklarda ise Suudi Arabistan’ın ismi de zikredilmekte. Filistin yönetimi söz konusu iddiaların hayal ürünü olduğunu öne sürerken, Arap dünyasında ABD’nin doğrudan veya dolaylı baskısı altında bulunan ülkelerin İsrail ile gayriresmî düzeyde bir yakınlaşma sergiliyor olması çok dikkat çekici.
Barış süreci İsrail’in bugüne kadar uluslararası hukuka aykırı biçimde elde ettiği kazanımların meşrulaştırılması anlamına gelmektedir. Bir başka ifadeyle barış süreci savaşla ulaşılamayan Vadedilmiş Topraklar hedefine barış ve tanıma ile ulaşma çabasıdır. Barış süreci bir kurt masalıdır.
Tüm bu yaşananlar ne anlama geliyor? Gerçekten iddia edildiği gibi barış süreci yeniden mi canlanıyor? Arap ülkelerinin dış baskı sonucu da olsa İsrail ile ilişkilerini birbiri ardına normalleştirmeleri veya barış anlaşmaları imzalamaları bölgedeki dengeleri nasıl etkileyecek? Nedir bu barış süreci, bugüne kadar barış süreci şemsiyesi altında yürütülen faaliyetler neden başarısız oldu? Yeni dönemde barış sürecinden, barış ve istikrarın tahkimini mi anlamak gerekiyor, yoksa haksızlığa dayanan mevcut statükonun kalıcı hale getirilmesini mi?
İsrail devleti nasıl kuruldu?
Bu soruları cevaplandırabilmek için öncelikle Orta Doğu coğrafyasında son 100-120 yıl içerisinde yaşanan siyasal olayların analiz edilmesi gerekiyor. Dünya Siyonist Teşkilatı tarafından 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde yapılan toplantıda, Tanrı’nın (Yehova) emirlerinin yerine getirilmesi ve dağınık olarak yaşayan Yahudilerin bir ulusal yurt içerisinde toplanması kararı alındı. Bu karar çerçevesinde çeşitli alternatifler ortaya atıldı. Toplantıda Rothschild, Yahudilerin Arjantin’de toplanabileceği fikrini ileri sürse de dindar Yahudiler bu teklifi kabul etmediler. Siyonistlere göre, kurulacak Yahudi devletinin sınırları Yehova tarafından zaten belirlenmişti. Yeni bir yurt aramak Tanrı emirlerine karşı gelmekten başka bir anlam taşımayacaktı. Basel toplantısında, Nil’den Fırat’a kadar uzanan topraklar üzerinde bir Yahudi devleti kurulması ütopyası ideolojik/dini bir temele dayandırıldı. Yapılması gereken, ne pahasına olursa olsun Tanrı buyruklarını yerine getirmek ve Vadedilmiş Topraklar (arz-ı mev’ûd) üzerinde tüm Yahudileri içine alacak bir ulusal yurt kurmaktı. Muhalif seslerin susturulduğu toplantıda ayrıca Dünya Siyonist Teşkilatı tarafından bu hedefe 100 yıl içinde ulaşmak için bir fon oluşturulması kararı alındı.
İngiltere hükümeti, Yahudi devletine giden yolu kısalttı. İngiltere’nin katkısı iki şekilde cereyan etti. Bunlardan ilki, 1917 yılında Filistin’de bir Yahudi ulusal yurdu kurulmasına İngiliz hükümetinin sempati ile bakacağını belirten Balfour Deklarasyonu’dur. İkinci olarak, Filistin topraklarına Yahudi göçü İngiliz mandası döneminde teşvik edilmiştir. Bu amaçla Dünya Siyonist Teşkilatı ile işbirliğine gidilmiştir. Avrupa’da refah içinde yaşayan zengin Yahudilerin de Filistin’e göçmesini teşvik için, Dünya Siyonist Teşkilatının aşırı milliyetçi gruplarla ve hatta Hitler’le gizli anlaşma yaptığını iddia edenler de vardır. Netice olarak, İngiliz mandasının sona erdiği tarihte BM’nin bölünme kararı ile Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmuştur. Böylece Yahudiler Basel toplantısından 50 yıl sonra ulusal yurt hedeflerine ulaştılar. Ancak bu gelişme fanatikler tarafından yeterli görülmüyordu. Yeni devletin sınırlarının genişlemesi, Nil’den Fırat’a kadar olan yerlerin denetim altına alınması gerekiyordu.
İsrail devletinin kurulmasından itibaren ideolojik/dini hedeflere ulaşmak için hem savaş hem de barış ve işbirliği yöntemleri kullanıldı. Bugüne kadar İsrail ile Araplar arasında dört büyük savaş yaşandı. Savaşların ardından barış içinde hedefe yürümeyi öngören ikinci strateji devreye sokuldu. Bir başka ifadeyle, barış sürecini, çatışma olmadan, büyük güçlerin ve lobilerin desteği ile Siyonist hedefleri gerçekleştirme çabası olarak değerlendirmek mümkündür.
Arap-İsrail savaşlarından ilki kuruluş döneminde, ikincisi 1955 yılında Süveyş bölgesine yönelik İngiltere ve Fransa’nın hava saldırılarına İsrail hava kuvvetlerinin katılımı şeklinde gerçekleşmiştir. Üçüncü savaş, Araplar için tam bir felaketle sonuçlanmıştır. 1967 savaşında İsrail, Mısır idaresi altında bulunan Gazze Şeridi ve Sina yarımadasını, Ürdün idaresi altında bulunan Batı Şeria ve Kudüs’ün “eski şehir” olarak bilinen doğu bölümünü, Suriye toprağı olan Golan tepelerini ve Lübnan’ın güney bölgelerini işgal etmiştir. Dördüncü savaş ise, Ekim 1973’te Arapların saldırısı ile başlamıştır. Yahudiler için kutsal kabul edilen “Yom Kippur”da başlatılan saldırı, 1967 savaşında kaybedilen toprakların kurtarılması amacı taşıyordu. Ancak bu savaşın sonunda sınırlarda çok büyük bir değişiklik olmadı. İsrail ne 1967 savaşında ne de daha önce işgal ettiği topraklardan çıkarılabildi.
1967 savaşının ardından BM Güvenlik Konseyi 242 sayılı kararı aldı. Veto gücü olan ABD ve İngiltere gibi devletlerin de onayı ile alınan kararda “güç kullanılarak toprak kazanmanın meşru olmadığı ve İsrail’in 1967 savaşında ele geçirdiği topraklardan geri çekilmesi” isteniyordu. Bu kararda dikkat çeken husus, İsrail’in 1967 savaşı öncesi işgallerine hiç değinilmemesi ve bunların örtülü biçimde meşrulaştırılma gayretidir. 1973 savaşının ardından alınan 338 sayılı kararda ise 242’ye gönderme yapılarak yapılması gereken özetle şöyle ifade ediliyordu: “İsrail, 1967 öncesi sınırlarına dönsün.” Oysa 1967 öncesi sınırları da meşru bir temele dayanmıyordu. 14 Mayıs 1948’de BM Genel Kurulu’nun 181 sayılı kararına dayanılarak kurulan İsrail devleti, kuruluş döneminde kendisine tahsis edilenlere ilave olarak Filistin devleti kurulması öngörülen toprakların bir bölümünü ve bu arada BM tarafından yönetilmesi gereken Kudüs kentinin Batı bölümünü işgal etmişti.
Barış süreci, “Vadedilmiş Topraklara” savaşsız ulaşma gayreti
Netice olarak, barış süreci 1973 savaşından sonra İsrail ile Araplar arasında savaş durumuna son verme ve barış tesis edilmesi faaliyetlerinin genel adıdır. Barış süreci adı altında başlayan projenin ilk adımı, 1978 yılında Mısır ile İsrail arasında imzalanan Camp David Anlaşması olmuştur. Mısır’la yapılan Camp David Barış Anlaşmasını zaman içinde başkaları takip etti. O dönemden günümüze yaşananlara dışarıdan bakınca barış sürecinin amacı ve kazanımları daha net biçimde ortaya çıkıyor: İsrail’in varlığını ve işgallerini Arap dünyasına ve İslam alemine kabul ettirme. Ama öte yandan da, nihaî ütopya değişmemiştir: Savaşla yahut barışla Tanrı Yehova’nın emirleri yerine getirilecek, Fırat’tan Nil’e kadar uzanan topraklara Yahudiler hakim olacaktır. ABD’nin siyasal bilimler kitaplarında Orta Doğu’da demokratik ülkeler sayılırken üç ülkeden söz edilmektedir. Bu listeye bazen Mısır, bazen Lübnan ve Türkiye girmektedir. Ama Orta Doğu’daki demokratik ülkeler sıralamasında bir numara her zaman İsrail’dir. Oysa ki, İsrail, demokratik görünümüne rağmen teokratik temele dayanan bir devlettir. Bir başka ifadeyle İsrail bir şeriat devletidir, idarenin yapılanması ve dış politikası Siyonizm ideolojisine göre kurgulanmıştır. İşte bu genel çerçeve içerisinde barış süreci, siyasal hedeflerden sapma olmadan yöntemi değiştirme, savaş yerine uzlaşma ile hedefe ulaşma çabasıdır.
1973 Ekim savaşının ardından 10’a yakın barış planı ortaya atıldı. Bunlardan ismi en çok duyulanları Fahd Planı, Sovyet Barış Planı, Fez Planı, Reagan Planı şeklinde sıralamak mümkündür. 1973 savaşının ardından Arap dünyası İsrail’e karşı yekvücut hareket eden bir görünüm taşıyordu. Kendi aralarındaki anlaşmazlıklar İsrail söz konusu olduğunda önemini kaybediyordu. Bu arada Arap dünyasında İsrail’e karşı yürütülen propaganda kampanyası genel olarak milliyetçi ve/veya islamî bir söylem taşıyordu. Arap dünyasında “Arabın en Arabı kim, Arap davasının sahib-i hakikisi kim” şeklinde özetleyebileceğimiz rekabet yarışında beş ülkenin ismi öne çıkıyordu: SSCB ile yakın ilişki içerisinde olan Baas Partisi kontrolündeki Irak ve Suriye, Mısır, Suudi Arabistan ve Kaddafi yönetimindeki Libya.
Başkan Jimmy Carter’ın desteği ve eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in mekik diplomasisi sonucu olarak Mısır, 1970’lerin sonunda İsrail ile masaya oturmaya ikna edildi. Dolayısıyla barış sürecinin ilk adımı 1977 yılında Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın İsrail Parlamentosunu (Knesset) ziyaret etmesi ve orada bir konuşma yapmasıyla atıldı. Bir yıl sonra Camp David Barış Anlaşması imzalandı. Anlaşma, İsrail ile Mısır’ın birbirlerini tanımaları ve aralarında diplomatik ilişki kurulmasını öngörüyordu. Mısır’ın tek kazancı, İsrail tarafından 1967 savaşında işgal edilen Sina yarımadasının kurtarılması idi. Bu çekilme 1981 yılına kadar tamamlandı. Anlaşmanın ardından Mısır, Arap dünyasında hedef tahtası haline geldi ve öncelikle Arap Birliği teşkilatından ihraç edildi. Red Cephesi adı altında bir araya gelen ülkeler, Enver Sedat’ı davaya ihanet etmekle itham ettiler. Arap milliyetçileri ve İslami gruplar tarafından Enver Sedat aleyhine kampanya başlatıldı. Nihayet Enver Sedat 1981 yılı Ekim ayında bir askerî geçit töreni esnasında, Halid el-İslamboli isimli bir İslami Cihad örgütü üyesi tarafından öldürüldü.
Camp David Anlaşmasının ardından 1990’ların başında ABD ve SSCB’nin himayesinde Madrid’de Orta Doğu Barış Konferansı toplandı. Burada Filistinlilerin temsil edilmesi, Ürdün heyeti içerisinde yer alma şeklinde gerçekleşti. Müzakerelerde hem İsrail-Filistin anlaşmazlığına nasıl bir çözüm bulunabileceği hem de İsrail’in Mısır dışında kalan komşuları ile barış anlaşması yapması ele alındı. Ancak bu konferans somut bir sonuca ulaşmadan dağıldı. Hem usul anlaşmazlıkları hem de SSCB’nin iç siyasi yapısındaki değişiklikler nedeniyle ara verilen konferans yeniden toplanamadı. Madrid müzakerelerinde bir netice elde edilemeyince İsrail ile Filistinliler arasında Norveç’in başkenti Oslo’da gizli başlayan görüşmeler, 1993 yılında anlaşma ile sonuçlandı. İlkeler Bildirgesi adı verilen anlaşma metnine göre, İsrail yönetimi Batı Yakası ve Gazze’de Filistin Özerk Yönetimi kurulmasını kabul etti. Beş yıl sonra da egemenlik devri, Kudüs’ün statüsünün ne olacağı gibi konular ele alınacaktı.
İsrail, Oslo Anlaşması yükümlülüklerine riayet etmedi
2000’li yılların başından itibaren İsrail, Oslo mutabakatının kendini bağlamadığı şeklinde açıklamalar yapmaya başladı. Gazze ve Batı Şeria’da takvime bağlanmış yükümlülüklerini tehir etmeye veya geri adım atmaya çalışıyordu. Öte yandan, Batı Şeria’da birbiri ardınca Yahudi yerleşim birimleri kuruluyor, var olanları korumak için inşa edilen karakollar, yeni yerleşim birimleri kurulması için uygun zemini oluşturuyordu. ABD ve Avrupa’da bulunan Yahudilerin mali desteği ile yapılan yerleşim birimlerinin coğrafi olarak genişlemesi Batı Şeria’daki özerk yönetimin toprak bütünlüğünü tehlikeye sokmuştu. Öte yandan Hamas kontrolü altındaki Gazze ise üstü açık hapishane haline gelmişti.
Ne olmuştu da 2000’li yıllarda İsrail, Oslo Anlaşması yükümlülüklerinden geri adım atmıştı? İlk olarak, uluslararası siyasal sistemin yapısı değişti. SSCB’nin dağılmasının ardından ardılı olarak yükümlülük üstlenen Rusya Federasyonu, Orta Doğu sorununda denge işlevi görmekten uzaklaşmıştı. İkinci olarak, 1991’de SSCB’nin dağılmasından sonra bu ülkeden İsrail’e göçen bir milyon Yahudi, İsrail iç siyasetindeki dengeleri değiştirmişti. Barış yanlısı olan İşçi Partisi güç kaybetmiş, buna karşılık muhafazakâr Likud partisi ve teokratik partiler güçlenmişti. Öte yandan, Batı’da ve ABD’de güçlü olan Siyonist lobi ve çoğu kez yönetimler, İsrail yönetiminin revizyonist ve saldırgan politikalarına örtülü destek veriyordu. İsrail siyasetinde 20 yıldır işbaşında olan Binyamin Netahyahu liderliğindeki Likud partisinin gücü büyük ölçüde bu bahsedilen gelişmelerden kaynaklanıyordu.
Bu arada Camp David Anlaşmasının ardından 1994 yılında ABD’nin yönlendirmesiyle Ürdün ile İsrail arasında barış anlaşması imzalandı. Barış sürecine karşı olan Yahudi fanatiklerin kesif propagandası sunucunda 1996 yılında İşçi Partisi lideri İzak Rabin fanatik bir öğrenci tarafından öldürüldü. Cinayeti işleyen Yigal Amir adlı hukuk fakültesi öğrencisi polis sorgusunda cinayeti davaya ihanet edildiği için işlediğini söylüyordu. Rabin, Tanrı Yehova’nın emirlerine karşı gelmişti, İsrail topraklarını Nil’den Fırat’a kadar genişletmek yerine, kazanılmış toprakları barış adı altında geri veriyor ve böylece doğru yoldan sapıyordu. Bu örnek, Yahudi dünyası ve İsrail’de de mezheplerin ve siyasi farklılıkların güçlü olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte İsrail devletini yönlendiren temel ideoloji olan Siyonizm genelde tartışılmamaktadır.
Barış süreci İsrail’in hukuksuz kazanımlarını meşrulaştırmaya hizmet ediyor
1990’ların sonundan itibaren İsrail siyaseti, ABD’nin de desteği ile maksimalist Siyonist taleplerini gerçekleştirmeye yöneldi. Ortada bir barış sürecinden eser kalmamıştı. Daha doğrusu ağır aksak yürütülen barışı ikame faaliyetlerine Likud partisi inanmıyor, anlaşmaların yükümlülüklerinin yerine getirilmesinden çeşitli bahanelerle geri adım atılıyordu.
Hareket alanı daralan İsrail’e yeni açılımlar yapacak fırsatı ABD’de yönetim üzerinde etkili olan Siyonist lobi sağladı. Yeni dönemde temel hedef toprak kazanımından ziyade İsrail’in varlığının kabul edilmesi ve siyasi nüfuz tesisi yoluyla güçlendirilmesi idi. Trump iktidarı döneminde bu alanda üç büyük adım atıldı. Bunlardan ilki, ABD’nin İsrail’deki büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınması oldu. İkincisi, “Yüzyılın Anlaşması” adı altında Filistin tarafına danışılmadan hazırlanan barış planı ve sonuncu da Ortadoğu “barış sürecini” yeniden canlandırmak amacıyla Arap ülkelerine İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi için baskı yapılmasıdır.
Mısır ile İsrail arasında barış anlaşması 1979 yılında, Ürdün ile 1994 yılında imzalanmıştır. İsrail uzun yıllar işgal ettiği Lübnan’ın güneyinden çekilmiş olmakla birlikte Golan tepelerindeki işgali devam etmektedir. ABD yönetimi yeni dönemde İsrail’in Arap dünyası ile en geniş biçimde diplomatik ilişki kurması için çaba göstermektedir. 15 Eylül 2020’de Washington’da ABD baskısıyla Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn ile İsrail arasında ilişkileri normalleştirme / barış anlaşması imzalanmıştır. Çok yakın zamanda İsrail’in beş ülke ile daha masaya oturacağı ve barış anlaşması imzalayacağı öne sürülüyor. Yaşanan gelişmeleri barış sürecinin devamı olarak nitelendirmek veya “barış süreci güçleniyor” şeklinde okumak gerçeklerle örtüşmüyor. Barış anlaşmaları, ilişkilerin normalleştirilmesi veya barış süreci, ismi ne olursa olsun İsrail emellerine hizmet etmektedir. Barış süreci İsrail’in bugüne kadar uluslararası hukuka aykırı biçimde elde ettiği kazanımların meşrulaştırılması anlamına gelmektedir. Bir başka ifadeyle barış süreci savaşla ulaşılamayan Vadedilmiş Topraklar hedefine barış ve tanıma ile ulaşma çabasıdır. Barış süreci bir kurt masalıdır.
[Prof. Dr. İrfan Kaya Ülger – Kocaeli Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanıdır]
Editör : SavunmaTR Haber Merkezi