Yıllardır süregelen “Lobicilik” kavramı içerisinde “Yahudi Lobisi” gibi kavramlarla Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) karar alma mekanizmaları içerisinde bazı güçlerin, ırkların, cemiyetlerin bir yapılanmaya sahip oldukları ve bu yapılanmaların “yaptırım” ya da “politikaları şekillendirme” güçleri olduğu üzerinden yorumlar yapılmaktadır.
Bu yazıda, ABD-İsrail ilişkisinde “Yahudi Lobisi”nin yerini Jeffrey Epstein Davası üzerinden inceleyecek ve İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği savaş suçları ve insanlık dışı eylemlerine rağmen ABD’nin İsrail’e devam eden desteğinin “gönüllü mü yoksa zorunlu mu” olduğu sorusu üzerinden bir bakış açısı yaratmaya çalışacağız.
Bilindiği üzere İsrail, ABD ile uzun yıllardır müttefik sıfatını paylaşan ve ABD’nin Orta Doğu politikalarının coğrafyadaki uydusu görevi gören bir devlettir. Elbette mevcut olan duruma gelen süreç ise direkt olarak yoktan var olmamıştır.
Amerika Birleşik Devletleri, İsrail’i 14 Mayıs 1948 tarihinde kurulduktan sadece 11 dakika sonra tanıyan ilk ülke olmuştur. Bu hızlı tanımanın ardından ABD-İsrail ilişkisi zaman içinde giderek derinleşmiştir.
İki ülke arasındaki ilişkilerin derinleşmeye başlaması özellikle 1967 yılında gerçekleşen Altı Gün Savaşı’na, diğer adıyla 1967 Arap-İsrail Savaşı, uzanmaktadır. Bu tarih itibariyle ABD’nin Orta Doğu stratejilerinin merkezinde konumlanan İsrail’e yönelik, ABD’nin verdiği tereddütsüz mali ile askeri destek ve bölgede “demokrasi yayma” ismiyle devam eden emperyalist çabaları, Arap ve İslam devletlerinin kamuoyunda tedirginliğe ve tahrike yol açmıştı.
1979 yılında Sovyetler Birliği, Afganistan’ı işgal etmiş ve aynı yıl içinde İran’da da Şah ve Batı karşıtı İslam Devrimi gerçekleşmişti. Bu olaylar karşısında bölgede hâkim olma isteği pekişen ABD için de pek tabii İsrail’in stratejik değeri daha da artmıştı. Bu stratejik ilişkilerin devamında da dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan’ın ikinci başkanlık döneminde (1985-1989) ABD tarafından İsrail, “NATO ülkeleri dışında en önemli müttefik” statüsüne layık görüldü.
1973 yılındaki Yom Kippur Savaşı olarak da isimlendirilen Arap–İsrail Savaşı’ndan bu zamana Washington yönetimi İsrail’e, diğer bütün müttefiklerini gölgede bırakacak şekilde destek vermektedir. İsrail, sadece İkinci Dünya Savaşı sonrasında 2004 yılı verilerine göre 140 milyar doları çokça aşan (günümüz piyasa değerine göre 400 milyar doları aşan) doğrudan ekonomik yardım alırken, bu hesaplamalarda dolaylı ya da askeri yardımlara yer verilmemiştir. İsrail, olağanüstü durumlar haricinde her yıl ABD’den 3 milyar doları aşan para yardımı almaktadır. Bu yardımların üstüne bir de her bir İsrailli için 500 dolar üzerinden hesap edilip ek yardımlar da almaktadır.
Dünyaca ünlü Siyaset Bilimi Profesörü John Mearsheimer’ın Stephen M. Walt ile birlikte 2006 yılında kaleme aldığı makalede, söz konusu “cömertliğin” sonu gelmediği gibi bir de ABD tarafından İsrail’e özel haklar tanındığını öne sürmüştür. Bu haklara örnek olarak, ABD tarafından fonlanan ya da desteklenen diğer ülkeler paralarını dört taksit halinde almak zorunda bırakılırken İsrail ise kendine düşen miktarını tek seferde alabilmekte ve dolayısıyla bu miktar üzerinden faiz de kazanmaktadır.
Ayrıca askeri yardım alan ülkelerin çoğu bu yardımı ABD’de harcamak zorunda bırakılırken İsrail’in, kendisine tahsis edilen kaynağın aşağı yukarı %25’ini kendi savunma sanayiini sübvanse etmek amacıyla kullanmasına izin verilmektedir. Üstüne üstlük ABD’den doğrudan ya da dolaylı şekilde yardım alan ülkeler arasında aldıkları yardımı nasıl harcadığının hesabını vermek zorunda olmayan tek ülke de yine İsrail’dir.
Yakınlığın politik tarafına odaklanıldığında ise Washington yönetimi İsrail’e yoğun bir diplomatik destek de sunmaktadır. ABD 1982 yılından bu yana, İsrail’i eleştiren 30’dan fazla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararını veto etti. Bu rakam, diğer tüm BMGK üyelerinin şu zamana kadar veto ettiği karar sayılarının toplamından bile daha fazladır. Ayrıca ABD, Arap devletlerinin İsrail’in nükleer silaha sahip olduğu iddialarını Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (International Atomic Energy Agency, IAEA) gündemine taşıma çabalarının önünü kesmektedir.
Dahası ABD’nin dış istihbaratından sorumlu Merkezi İstihbarat Teşkilatı (Central Intelligence Agency, CIA) ile İsrail’in istihbarat servisi Mossad arasındaki yakın ilişkiler de iki ülke arasındaki “bağlılık” durumunun bir göstergesi olarak gösterilmiştir.
O dönemlerde başlayıp yeşeren ve günümüze kadar uzanan ABD’nin İsrail’e verdiği şartsız ve ahlaki olarak gerekçelendirilmeyen desteğinin sebebi zaman içerisinde birçok kere farklı kişiler tarafından sorgulanmıştır. Çoğu tarafsız sorgulamanın neticesinde ise “Yahudi Lobisi” ya da “İsrail Lobisi” gibi kavramlar açığa çıkmıştır.
Söz konusu Yahudi Lobisi, ABD içerisindeki karar alma mekanizmaları içerisinde konumlanmış ve faaliyetlerinde ABD’nin beyin takımını etki altına almayı, hükümetleri ve akademik camiayı baskı altında tutabilmeyi ve “anti-semitizm” kavramını bir silah olarak kullanarak ABD içerisinde İsrail’in politikalarına ilişkin eleştirilerin önüne geçmeyi hedefleyen bir oluşumdur.
Lobi mensuplarının günlük yaşantıları içerisinde bile İsrail’in çıkarları için uygun ortam oluşturma ile ABD’nin iç ve dış politikalarını yönlendirme gayesi taşıdıkları öne sürülmektedir. Kimi zaman seçimlerde İsrail yanlısı adayın desteklenmesi ve “kazandırılması”, kimi zaman ekonomik yardımlar düzenlemeyi, kimi zaman ise İsrail yanlısı örgütlerin desteklenmesi için uygun ortamlar oluşturmayı amaçlayan ve çoğu zaman bunu içeriden kurduğu oluşumla başaran Lobi, aynı zamanda İsrail’in hiçbir politikasının veya davranışının ABD içerisinde eleştirilmesine de müsaade etmemektedir.
Yahudi Lobisi’nin genel olarak iki ana strateji üzerinden hareket ettiği düşünülmektedir. Bu stratejilerden birincisi, hem meclis hem de yürütme organları üzerinde baskı kurarak ABD’nin İsrail’i desteklemesinin “ABD için faydalı olduğu” inancı aşılamaktır.
İkinci strateji olarak ise Lobi, sürekli olarak “İsrail güzellemesi” yaparak ABD’nin kamusal söylemlerinde İsrail yanlısı bir havanın oluşmasını sağlamakta ve oluşacak eleştirilerin önünü tıkamaktadır. Hatta ve hatta İsrail konusunda tarafsız bir tartışmanın oluşmasını dahi engellemeye çalışmaktadır. Çünkü çıkacak olası tartışmalarla karar vericilerin aklında yeşerecek “şüphe tohumlarına” müsaade etmek istememekte ve ABD’nin desteğini garantiye almayı amaçlamaktadırlar.
Bugün itibariyle ABD’deki Yahudi Lobisi iyi örgütlenmiş ve sağlam kaynaklara sahip olmanın verdiği güçle meclisi etkileyebilmekte, yönetimi baskı altına alabilmekte, medyayı da etkin bir şekilde kullanabilmektedir. Söz konusu durumu sorgulayanlar ise çoğunlukla göz ardı edilmeye çalışılmaktadır.
Şüphesiz bu sorgulamaların belki de en ses getireni ise Stephen M. Walt ve John Mearshemier’ın kaleme aldığı, 2007 yılında yayımlanan, “İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası” isimli kitaptır. Mearsheimer ve Walt, yayımlandığı andan itibaren şiddetli eleştiriler almış olan bu çalışmalarında, ABD’nin özellikle Orta Doğu’ya yönelik dış politikası üzerinde Yahudi Lobisi’nin oynadığı belirleyici rolü derinlikli bir şekilde ele almışlardır.
Yukarıdaki bilgilerin kaynağı olan ve mutlaka detaylıca incelenmesi gerektiği düşünülen söz konusu çalışmada, ABD’nin İsrail’e verdiği muazzam maddi ve diplomatik desteğin, sadece stratejik ve ahlaki gerekçelerle açıklanamayacağını iddia eden yazarlar, Lobi’nin gevşek bireysel ve örgütsel gayretleri sonucunda, ABD dış politikasının İsrail yanlısı bir yörüngeye oturtulduğunu tespit etmişlerdir.
Yahudi Lobisi dışında, Amerika Birleşik Devletleri’nin İsrail’e yönelik desteğinin eleştirisiz bir biçimde devam etmesini teşvik eden başka bir önemli aktör de Hıristiyan Siyonistlerdir. Amerikan politik arenası içerisinde etkin bir konuma sahip olan bu grup, İsrail’in modern dönemdeki varoluşunun Kutsal Kitap’taki peygamberliklerin gerçekleşmesi olarak değerlendirilmesi gerektiğine inanırlar ve bu yüzden İsrail’in yayılmacı politikalarını kesin bir şekilde desteklerler. Bu grubun perspektifine göre, İsrail’e herhangi bir baskı uygulamak, dolaylı olarak ilahi iradeye karşı çıkmak anlamına gelir. Hıristiyan Siyonist Lobisi’nin ABD’de elde ettiği etkinin geniş kapsamı, Amerikan politikasının Lobiciler tarafından adeta hegemonya altına alındığı izlenimini uyandırmaktadır.
7 Ekim olayları sonrasında İsrail’in Filistin’i işgali ve insanlık dışı faaliyetleri devam ederken, ABD, İsrail’e yönelik maddi ve askeri yardımların yanı sıra politik anlamda da yardımlarını esirgememiştir. ABD, yakın müttefiki İsrail’i sözde “durulmaya” ve “ateşkese” davet edip diğer taraftan da Birleşmiş Milletler gibi uluslararası güç sahibi örgütlerin İsrail’e yaptırım yapma ya da ateşkese zorlama gibi planlarını bozmakta ve sürekli olarak bu tasarıları veto etmektedir.
Tüm bunlar yetmezmişçesine ABD ve İngiltere, müttefikleriyle beraber Orta Doğu’da fiili bir çatışma içerisine girmiş ve Kızıldeniz’de Husilere karşı bir saldırı silsilesi başlatmışlardır. ABD’nin bu çabalarına karşın İsrail cephesinin ABD’den beklentisi ve isteği daha üst seviyelerde seyretmekteydi. Var olan anlaşmazlıklar çerçevesinde yıllardır nispeten gözlerden uzak şekilde yürütülen Jeffrey Epstein davası bir anda gündeme bir bomba gibi düştü.
Peki, son olaylar ışığında “Jeffrey Epstein Davası” ile birlikte sarsıcı iddialar da göz önüne alınırsa düşünülecek soru ne olmalı? Acaba ABD ve İsrail arasındaki sıkı dostlukta bir sallantı mı söz konusu?
Jeffrey Epstein davasının içeriğinde neler var?
Dava içeriğine değinmeden evvel “Jeffrey Epstein kimdir?” sorusuna yöneleceğiz. Jeffrey Epstein, 1953 yılında Brooklyn, New York’ta Yahudi bir ailede doğan, kariyerine öğretmen olarak başlayan daha sonra çeşitli işlerle bankacılık ve finans sektörüyle ilgilenip gelir gider çalışmalarıyla “çok kısa sürede” başarı göstererek multimilyoner olan biriydi.
Epstein, matematik ve fizik branşlarında eğitim almış fakat diplomasını almadan üniversiteyi bırakmıştı. Buna rağmen 1974 yılında, birçok öğrencisi ABD’nin en zengin ailelerinin çocuğu olan Manhattan’daki Dalton School’da fizik ve matematik dersleri vermeye başlayan Epstein, öğretmenlik yaptığı dönemde Bear Stearns’ten bir iş teklifi aldı. Öğretmenliği bırakıp bu şirkette işe giren ve dört yıl görev yapan Epstein, sadece 3 sene içerisinde 1981’de kendi işine atılarak şirketten ayrıldı ve bu adım onun zenginlik ve şöhret kazanma yolculuğunun başlangıcı olmuştu. 1988’de, net varlığı 1 milyar doları aşan kişilere finansal yönetim hizmetleri sunan J. Epstein & Company adında bir danışmanlık şirketi açan Epstein’ın, 2000’li yılların başından itibaren başı belaya girmişti.
2000’li yılların başında adı cinsel suçlarla anılmaya başlanan Epstein’ın en dikkat çekici olayı ise 2005-2008 yılları arasında Florida’da yürütülen bir soruşturmada ortaya çıkan detaylar olmuştu. Bu soruşturmada Epstein’e cinsel istismar ve fuhuş ağı oluşturma suçlamaları yöneltilmişti. 2005 yılında 14 yaşında bir kızla cinsel ilişkiye girmek için para verdiği iddiasıyla gözaltına alınmıştı.
Reşit olmayan birçok kız, Epstein’in ve arkadaşlarının kendilerini cinsel istismara maruz bıraktığını iddia etse de 2008 yılında mahkeme Epstein’ı sadece tek bir kişiye cinsel istismar uygulamaktan suçlu bulmuş ve Epstein yalnızca 13 aylık bir ceza almıştı.
Jeffrey Epstein 6 Temmuz 2019’da Florida ve New York’ta küçük çocukları taciz etmek ve fuhuş ağı kurma iddiaları nedeniyle hakkındaki suçlamalardan dolayı tekrar tutuklanıp cezaevine gönderildi. En küçüğü 14 olmak üzere 18 yaş altındaki onlarca kız çocuğuna cinsel istismarda bulunmak ve fuhuş ağı oluşturmak suçlamasıyla yargılanan Jeffrey Epstein, henüz mahkemesi görülmeden ve cezası belli olmadan 10 Ağustos 2019’da tek kişilik hapishane hücresinde ölü bulundu. Ölümü hakkında derin şaibeler söz konusu oldu.
Yıllar boyu Epstein hakkında haberlere imza atan Amerikalı gazeteci Julie K. Brown, “Ne FBI ne Amerika Birleşik Devletleri Adalet Bakanlığı beni Epstein’in intihar ettiğine ikna etmedi. Neden mahkemeye çıkmadan pes etsin ki?” diye sormuş ve bununla birlikte, Epstein’in ölmeden evvel boynundaki üç kemiğin kırılması ve onu hapishane hücresinde gözetlemesi gereken iki gardiyanın gizemli bir şekilde uykuya dalması gibi bir dizi başka ayrıntıya dikkat çekmişti.
Brown ayrıca, İngiliz “Daily Mirror” gazetesinin patronu olan, Mossad ajanı olduğu iddia edilen ve Epstein’in sevgilisi Ghislaine Maxwell’ın babası olan Robert Maxwell ve Epstein’in ölümleri arasındaki ürkütücü benzerliklere dikkat çekmişti.
Robert Maxwell de 1991 yılında İspanya’nın Kanarya Adaları’ndaki lüks yatı The Lady Ghislaine’de boğulmuştu. “İsrail’in Süper Casusu” ve “The Life and Murder of a Media Mogul” adlı kitapların yazarları Gordon Thomas ve Martin Dillon, Maxwell’in gizemli ölümüne yol açan şeyin, kamusal çıkarları ile casusluk rolü arasındaki çatışma olduğunu öne sürmüşlerdi. Dolayısıyla akla gelen diğer sorular da “Jeffrey Epstein Mossad’a mı çalışıyordu? Söz konusu fuhuş ağı aynı zamanda Mossad’ın ABD’ye karşı topladığı bir “şantaj ağı” mıydı?” gibi sorular oluyor.
Jeffrey Epstein ile Mossad arasındaki şüpheli ilişkiyi ayrıntılı bir şekilde açıklayan çok sayıda yayımlanmış ciddi sayıda makale ve kitap söz konusu. Bunlardan belki de en önemlisi Dylan Howard’ın yazdığı “Epstein: Dead Men Tell No Tales” kitabıdır. Howard’ın kitabında İran asıllı Mossad ajanı Ari Ben Menashe, “Epstein’ın üst düzey politikacılara şantaj yapmayı başararak İsrail’in güvenliğine hizmet eden çok değerli bilgiler elde etmesiyle İsrail’e sunduğu hizmetlerden” bahsediyor.
Ari Ben-Menashe, Ghislaine Maxwell’in babası Robert Maxwell ve Epstein’in İsrail ajanları olduğunu ve bu skandalların hepsinin Mossad’ın bilgi toplaması ve ünlü isimlere şantaj uygulaması için yapıldığına yönelik açıklamalarına dayandırıldı. 2020’de konuşan eski İsrail istihbarat görevlisi Ari Ben-Menashe, “Prens Andrew’a şantaj yapılmıyordu, o yararlı bir aptal olarak kullanılıyordu. Bazı ünlüleri getirmek için kullanılıyordu” ifadeleriyle Prens Andrew’un ünlü isimleri Epstein’e getirmek için kandırılıp kullanıldığını öne sürmüş, ayrıca eski İsrail Başbakanı Barak’ın olaylardan haberdar olduğunu da ileri sürmüştü. Ben Menashe aynı zamanda Epstein’in kaldığı hapis hücresinde daha önce bulunduğunu ve orada birinin kendini öldürmesinin imkânsıza yakın olduğunu ifade etmişti.
Ari Ben Menashe, 2020 yılında RT kanalında katıldığı programda, sunucu Afshin Rattansi’nin, “Ortaya attığınız en endişe verici iddia; tüm Epstein operasyonunun, siyasetçileri ve ünlüleri tuzağa düşürerek İsrail’in varlığı haline getirmek olduğu” sözlerine cevaben Ben Menashe, “Bu doğru” dedikten sonra şunları ekledi: “Bu ağ, dünyanın dört bir yanındaki çeşitli politikacıları tuzağa düşürmeyi amaçlayan bir istihbarat operasyonu haline geldi”
Geçtiğimiz aylarda ortaya çıkan dava dosyalarıyla Jeffrey Epstein’ın birçok ünlü isim ve siyasetçilerle bağlantıları olduğu ortaya çıkmıştı. Kevin Spacey, Cate Blanchett, Cameron Diaz, Leonardo DiCaprio, Michael Jackson, David Copperfield, ünlü fizikçi Stephen Hawking gibi isimlerin yanı sıra, İngiltere Kralı 3. Charles’ın kardeşi Prens Andrew, eski ABD Başkanları Bill Clinton ve Donald Trump, eski İsrail Başbakanı Ehud Barak, eski ABD Başkan Yardımcısı Al Gore gibi siyasetçiler de dava dosyasında yer almıştı. Bu istismar ağında diğer öne çıkan isimler arasında dikkat çeken bir diğer isim ise Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) İsrail’i savunan avukat Alan Dershowitz’tir.
Ana davacı Virginia Giuffre, 2001 yılında 17 yaşındayken Epstein’in, Prens Andrew’la ilişkiye girmesi için kendisine 15 bin dolar verdiğini iddia etmişti. Söz konusu dosyanın mağdurlarından bir diğeri olan Johanna Sjoberg tarafından da cinsel tacizle suçlanan Prens Andrew ise, Sjoberg’ün 2001 yılında Epstein’in Manhattan’daki dairesinde Prens tarafından taciz edildiğine ilişkin verdiği ifadenin doğruluğunu reddetmişti.
Epstein’in eski çalışanı Juan Alessi, Prens Andrew’un, Epstein’in Florida’daki evini sıkça ziyaret ettiğini belirterek, “Prens Andrew haftalarca bizimle kalırdı” ifadesini kullanmıştı. Andrew’un eşi Sarah Ferguson’ın da evi ziyaret ettiğini aktaran Alessi, Prens’in her gün masaj servisi aldığını aktarmıştı. Alessi, Trump hakkında soru sorulduğunda ise, evi ziyaret ettiğini ancak yatılı kalmadığını ve masaj servisi almadığını belirtmişti.
Dosyada, davacı ve mağdur Virginia Giuffre, 17 yaşındayken eski ABD Başkanı Donald Trump’ın spa salonundaki işinden ayrılıp Epstein’in masözü olması için kandırıldığını iddia ederek Epstein tarafından ABD’li politikacılar ve dünya liderleriyle ilişkiye girmeye zorlandığını aktarmıştı.
Giuffre, eski ABD Başkan Yardımcısı Al Gore ve eski Başkan Barack Obama döneminde senatörlük yapmış George Mitchell’in, Epstein’in arkadaşları olduğunu ve onlarla da münasebete girdiğini açıklamıştı. Ayrıca Giuffre, ünlü fizikçi Stephen Hawking’in de cinsel istismar faaliyetlerini izlediğini iddia etmişti.
Giuffre, eski ABD Başkanı Bill Clinton’ın bu fuhuş çetesinden haberdar olduğunu, Clinton’ın Vanity Fair dergisini “Epstein’in fuhuş ağı oluşturduğuna yönelik bir yazının yayımlanmaması konusunda tehdit ettiği ve ayrıca kendisinin Epstein ile birçok kez seyahat gerçekleştirdiğini iddia etmiş, Bill Clinton’ın temsilcileri ise eski Başkan’ın, Epstein’in suçları hakkında bilgi sahibi olmadığını savunmuştu.
Kamuoyuna açıklanan dördüncü dosyalarda Epstein’a ait adada genç kızların yanı sıra o dönemlerde adada olduğunu reddeden Epstein’ın sevgilisi ve suç ortağı Ghislaine Maxwell’in de aralarında bulunduğu 2006 yılında çekilmiş birçok fotoğraf ortaya çıkmıştı. Epstein’ın kız arkadaşı Ghislaine Maxwell, bazı zenginler, ünlüler ve devlet görevlileri için reşit olmayan kızların fuhuş tuzağına çekilmesi organizasyonunda Epstein’ın yasa dışı faaliyetlerine yardımcı olduğu, hatta küçük kızları kendisinin topladığı iddiasıyla yargılandığı davada suçlu bulunmuş ve 20 yıl hapis cezası almıştı.
Skandala ABD’nin cevabı
Bütün bu sarsıcı iddialar kamuoyunda büyük bir merakla takip edilirken, ABD’de kan dondurucu bir olay gerçekleşmiş ve New York’ta Brooklyn Crown Heights 770 Eastern Parkway’de bulunan ve Yahudilerin yoğun olarak kullandığı “Chabad-Lubavitch World Headquarters” adlı sinagoga ait gizli tüneller manşet olmuştu. Sosyal medya hesaplarında, tünellerin gizlice ibadet edebilmek amacıyla kazıldığı gibi iddialar yer alırken aslında gerçekler mide bulandırıcı bir seviyedeydi.
Sinagog baskını sonrası gizli tünellerden kanlı bir yatak, bir bebek arabası ve birçok çocuk elbisesi çıkmış ve tünelin bir ucunun çocuk kreşinin bulunduğu bir sokakta olduğu tespit edilmişti.
Öte yandan New York’ta bulunan Eastern Parkway Sinagogu’un 30 yılı aşkın bir süredir çocuklara yönelik cinsel istismarla ilişkilendirildiği ortaya çıkartılmıştı. Grubun önde gelen üyelerinden Hirschel Pekkar, 1991 yılında 5 yaşındaki bir kız çocuğuna “yapılmaması gereken şeyleri” yaptığını ve cinsel istismarda bulunduğunu itiraf etmişti.
Gazze’de işlediği savaş suçları ile tüm dünyanın tepkisini çeken “Gazze kasabı” lakaplı İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun,1990 yılında Yahudiler için önemli bir yere sahip olduğu düşünülen 70 Eastern Parkway Sinagog’una ziyarette bulunduğu ve radikal bir hahamdan tavsiye aldığı da ortaya çıktı.
Gelişmeler sonrasında ABD’de yaşayan duyarlı vatandaşlar sosyal mecralarda olaya dair tepki göstermiş ve yaşananları yoğun eleştiri yağmuruna tutmuşlardı. Kamuoyunda ise Yahudilere ve sinagoglara karşı bakış açısında değişmeler meydana gelmeye başladı. Bu olayı ABD’nin İsrail’den intikamı olarak değerlendiren analistler ise durumu yakından takip edeceklerini bildirmişti.
Sonuç
Amerika Birleşik Devletleri, 7 Ekim 2023 tarihindeki Hamas’ın İsrail’e sürpriz saldırısı ardından bölgede İsrail’in Filistin’i işgal etmesinden bu zamana kadar gerek politik gerekse de askeri açıdan İsrail’e açık şekilde desteğini göstermiştir. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, İsrail’e destek olmak ve Arap dünyasından destek toplayabilmek adına birçok kez İsrail ve Arap yarımadasına ziyarette bulunmuştu.
Orta Doğu ziyaretlerinde bulunan Antony Blinken, bir süre sonra Filistin-İsrail arasındaki soruna ikili devlet çözüm önerisinde bulunmuştu. İsrail’in kabulüne hiçbir şekilde açık olmayan bu çözüm önerisi sonrasında “ABD’nin Gazze’de yaşanan drama sessiz kalamaması” yorumları yapılmasına rağmen aslında gerçek sebep “ABD’de yaklaşan başkanlık seçimlerinde, çok büyük etki ve yaptırım gücü olan Yahudi Lobisinin gücünü kırmaya yönelik örtülü bir savaşın emaresi mi?” sorusu akla geliyor.
Çünkü Donald Trump’ın ABD Başkanı seçildiği 2016 yılında da benzer bir atmosfer söz konusuydu. Birçok analiste göre, o dönemde Hilary Clinton’ın seçimi kaybetmesinin ana nedeni o dönemde ortaya çıkan e-posta skandalıydı. Günümüze gelindiğinde ise var olan mevcut Biden yönetiminin yoğun eleştiriler alması, Biden’ın akıl sağlığı ile ilgili sorular sorulması ve davada yayınlanan belgeler, ABD’nin demokrat cephesi için kamuoyunda bariz bir şekilde bir eksi puan olarak yorumlanmaktadır.
İsrail’in ABD siyasetinde cumhuriyetçi cephe ile daha yakın ilişkiler içinde olduğu gözlemlenebilmektedir. Seçimlere gidilen bu süreç içerisinde ise yıpranmış Demokrat Biden’ın karşısındaki en güçlü aday ise Cumhuriyetçi Trump… Epstein belgelerinde de ismi geçip aklanan Trump’ın eli güçlenmiş durumdayken bu durum elbette İsrail cephesinin işine gelmektedir. Biraz geçmişi hatırlarsak İsrail ile en iyi anlaşan ABD başkanı, Donald Trump’tan başkası değildi. Buna en iyi örnek ise Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmesi gösterilebilir.
İsrail, “Hamas’ı yok etme” hedefiyle çıktığı bu yolda beklendiği kadar başarılı olamadı. On binlerce sivilin canına kasteden İsrail yönetimi, operasyonlar da bir o kadar başarısız durumda. Sahadaki 15 tugaydan 5 seçkin tugayını geri çekmek zorunda kalan, 60 milyar dolardan fazla zararı bulunan İsrail’de durum pek iç açıcı değil. Netanyahu’ya yönelik halktan protesto sesleri yükselirken kendi askerlerinin dahi saygısını kaybeden bir lider ne denli başarılı olacaktır?
Son zamanlarda da İsrail’in Filistin’i işgali konusunda ABD’nin “ağız değiştirmesi” dikkat çekerken, ek olarak Arap ülkeleriyle birlikte “Filistin devleti” kuracağı iddiaları da gündemi meşgul etmektedir. “Demokratların Yahudi Lobisine bir darbe indirme çabası” olarak değerlendirmeye açık bu adımların atılıp atılmayacağı ise tam bir muallak durumunda.
Bütün bu anlatılar ışığında İsrail’in ABD üzerindeki baskı ve yaptırım gücünün finansal gücün ötesinde olduğu görülürken, ABD ve İsrail arasındaki “ifşa” temelli hesaplaşmayla birlikte iki “yakın dostun” arasındaki kara bulutların dağılıp dağılmayacağı ise tartışmaya açıktır ve cevabını yalnızca zaman gösterecektir.