Mevcut Başkan Yardımcısı Kamala Harris mi yoksa eski başkan Donald Trump mı?
2024 ABD Başkanlık Seçimleri, hem ulusal hem de uluslararası arenada büyük yankılar uyandıran bir süreç olarak tarihe geçmeye hazırlanıyor.
Uzun bir süre yarıştan çekilmeyi düşünmediğini ifade eden ve ikinci dönem için adaylığı beklenen ABD Başkanı Joe Biden, 21 Temmuz 2024 tarihinde sürpriz bir kararla adaylıktan çekildiğini duyurdu. Bu gelişme, Demokrat Parti’de büyük bir hareketliliğe sebep olurken, gözler hemen Başkan Yardımcısı Kamala Harris’e çevrildi.
ABD Başkan Yardımcısı olarak görevini sürdüren Kamala Harris, Biden’ın kararının ardından Demokratların başkan adayı olarak yarışa katıldı ve bu durum seçimlere yeni bir boyut kazandırdı.
Merakla beklenilen bu seçim yarışının diğer cephesinde ise, Cumhuriyetçilerin güçlü adayı Donald Trump bulunuyor. 2020’deki mağlubiyetin ardından siyasi sahneden geri çekilmeyen eski başkan Donald Trump, yeniden Beyaz Saray’a dönmeyi hedefliyor.
Trump ve Harris arasında gerçekleşecek bu seçim mücadelesinin, sadece ABD’nin geleceğini şekillendirmekle kalmayacağı ve aynı zamanda dünya siyasetinde de derin etkiler yaratacağı aşikârdır.
İç politikada izlenecek stratejilerden dış politikadaki olası değişimlere kadar birçok konuda iki adayın farklı yaklaşımları ve politikaları dikkat çekiyor.
Önümüzdeki seçim sürecinde tartışılacak konuların başında, Trump’ın Asya-Pasifik coğrafyasında “Çin odaklı” politikaları, Ukrayna-Rusya savaşının seyrine etkisi, Trump’ın yeniden seçilmesi halinde Filistin meselesine yansımaları, NATO’da yaratabileceği ayrışmalar ve Türkiye ile ilişkilerde izlenecek politikalar yer alıyor. Bunun yanında, Trump’ın ikinci dönem planları arasında sıkça anılan “Proje 2025” ve bu projenin potansiyel etkileri de gündemin önemli başlıklarından biri.
Bu yazımızda, Kamala Harris’in adaylık sürecinden başlayarak, Trump ile Harris arasındaki iç ve dış siyaset odaklı beklenilen gündem farklılıklarını ve bu farklılıkların olası sonuçlarını alt başlıklar altında inceleyeceğiz.
Ayrıca, Trump’ın adıyla anılan ve ABD iç siyasetinde oldukça ses getiren “Proje 2025” hakkında neler beklenmesi gerektiğini ele alacağız. Bu detaylı analiz, sadece ABD’nin değil, tüm dünyanın geleceğini etkileyebilecek bu önemli seçim sürecine dair kapsamlı bir perspektif sunmayı amaçlamaktadır.
Kamala Harris’in Adaylık Süreci ve Kamuoyundaki Görüntüsü
21 Temmuz 2024 tarihinde Joe Biden’ın başkan adaylığından çekildiğini açıklamasından sonraki 24 saatten kısa sürede, Demokratların başkan adayı olarak yarışa katılan 59 yaşındaki Kamala Harris, ABD seçimlerinde ilk siyah ve Asyalı kadın başkan adayı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yarışı kazanması durumunda ABD’nin ilk kadın başkanı olacak olan Harris, kamuoyunda iyi ve kötü yanları olmak üzere oldukça konuşulan bir isim haline geldi.
Adaylık sürecine göz atmadan evvel Kamala Harris’in biyografisine ve siyasi kariyerine değinmek istiyorum. Kamala Harris, 20 Ekim 1964’te California’da doğdu. Babası Jamaika asıllı Stanford Üniversitesi ekonomi profesörü Donald J. Harris, annesi ise Hindistan asıllı kanser araştırmacısı Shyamala Gopalan’dır.
İnsan hakları ve özgürlüklere duyarlı bir birey olarak yetiştirildiği ileri sürülen Harris, Washington D.C.’deki Howard Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler ve Ekonomi, ardından California Üniversitesi Hastings Hukuk Fakültesinde hukuk eğitimi aldı.
1990’da Alameda Bölge Savcılığı ofisinde çalışmaya başlayan Harris, 2004 yılında San Francisco Bölge Savcısı oldu. 2011’de California Başsavcısı olarak görev yapmaya başlayan Harris, 2017’de ise senatör olarak seçildi. Senatörlüğü boyunca adalet reformu, göçmenlik ve çevre konularında çalışmalar yürüttü ve özellikle yoksulluk, anne sağlığı hizmetleri, küçük işletmelerin sermayeye erişimi ve iklim krizi ile mücadele alanlarında yasaları destekledi.
2020 yılında Joe Biden’ın başkan yardımcısı adayı olarak siyasi kariyerine adım atan Harris, Biden ile birlikte Donald Trump ve Mike Pence’e karşı zafer kazanarak 20 Ocak 2021’de ABD’nin ilk kadın, ilk siyahi ve ilk Güney Asya kökenli başkan yardımcısı olarak yemin etti.
Başkan yardımcılığı süresince yurt içinde fırsat eşitliği, aile desteği ve temel özgürlükleri koruma konularında çalışırken, yurt dışında da dünya liderleriyle görüşerek aktif bir diplomasi yürütmeye çalışmıştır. Fakat aynı zamanda Harris’in siyasi kariyerinde bazı zayıf yönler de dikkat çekmektedir.
İlk olarak, Biden yönetiminin ilk günlerinde kendisine ABD-Meksika sınırındaki göç krizinin nedenlerine eğilme görevi verilmişti. Bir dizi yanlış adım ve röportajlarındaki söylemleri, Harris’i muhafazakârların saldırılarına açık hale getirdi.
Hâlihazırda Cumhuriyetçilerin “sınır çarı” nitelendirmesine maruz kalan Harris bu süreç boyunca sert eleştirilere sebebiyet vermiştir. Cumhuriyetçilere göre Harris, Biden’ın destek görmeyen göç politikalarının yüzü haline getirilmeye çalışılıyordu. Bu durum da Harris’i kamuoyunda olumsuz bir şekilde öne çıkarmıştır.
Ayrıca, Harris’in savcılık geçmişi, Trump kampanyası tarafından olumsuz bir şekilde kullanılabilecek bir başka zayıf noktadır. Özellikle ceza hukuku reformları konusunda eleştirilen Harris’in, bu alandaki kararları ve geçmişteki savcılık ve şartlı tahliye kararları nedeniyle birtakım karalama kampanyasına malzeme olabilir.
Harris’in bir başka yumuşak karnı da bir aday olarak pek parlak görülmeyen geçmişidir. 2016’da Senato’ya aday olduğunda, köklü bir şekilde Demokratlara ait görülen California’da Cumhuriyetçiler’den pek bir muhalefet görmeden senatörlük yarışını kazanan Harris’in 2020’deki başkan aday adaylığı süreci de yarışının ilk günlerine iyi başlamışken sonrasında yalpalayan röportajlar, net bir şekilde tanımlanmış siyasi vizyon eksikliği ve kötü yönetilen bir seçim kampanyasının birleşimiyle, henüz yarışın başındayken adaylıktan çekilmesiyle erken sona ermiştir.
Sonuç olarak Harris’in 2016’da Senato’ya seçildiği süreçte ciddi bir muhalefetle karşılaşmamış olması, onun ulusal düzeydeki zorluklara ne kadar hazırlıklı olduğu konusunda soru işaretleri yaratmışken göç politikalarındaki zayıflıklar ve geçmişteki seçim kampanyalarındaki başarısızlıklar da Harris’in 2024 başkanlık seçimlerinde karşılaşabileceği önemli engeller arasında yer almaktadır.
Bütün bu ögelere rağmen Başkan Joe Biden’ın adaylıktan çekilmesi ardından Demokratların başkan adayı olarak ismi öne çıkan Harris’e eski ABD Başkanı Barack Obama ve eşi Michelle Obama’da desteklerini iletmişti. Obama çifti, Harris’in “bu kritik dönemin gerektirdiği vizyona, karaktere ve güce” sahip olduğunu belirterek, Harris’in seçilmesi için ellerinden gelen her şeyi yapacaklarını vurgulamış ve Harris’in önceki görevlerinde sergilediği performansın, onun bu önemli sorumluluğu üstlenebileceğini gösterdiğini ifade etmişlerdi.
Ayrıca seçim kampanyasının 286 milyon avro toplaması ve Biden’ın seçim kampanyasının maddi gücünü katlayarak geçmesiyle dikkat çeken Kamala Harris, 2 Ağustos 2024 tarihinde Demokrat Parti delegelerinin oylamasında başkan adayı olmak için yeterli sayıya ulaştı.
Harris, yaklaşık 4000 delegenin katıldığı, 1 Ağustos tarihinde başlayan ve beş günlük olması planlanan elektronik oylamada oy pusulasındaki tek adaydı.
Adaylık için aşılması gereken eşik olan 2350 delegenin desteğini aldıktan sonra 2 Ağustos’ta adaylığı kesinleşen Harris, yeterli oyu aldıktan sonra yapılan bir parti kutlamasına telefonla bağlanarak, Demokrat Parti Kongresi öncesinde çıkan sonuçla ilgili onur duyduğunu dile getirmiş ve “Kolay olmayacak ama bunu başaracağız. Müstakbel başkanınız olarak bu mücadeleye hazır olduğumuzu biliyorum.” şeklinde konuşmuştu.
Sonraki süreçte Demokratların parti kongresinde geleneksel aday belirleme yöntemi olan eyalet bazında yoklama yapmaları bekleniyor. Fakat çevrimiçi ortamda yapılabilen oylama nedeniyle bu yoklamanın tamamen törensel nitelikte olması düşünülüyor.
Trump ve Harris Arasındaki Politika Farklılıkları: İç ve Dış Siyaset Gündeminin Odağı
2024 ABD Başkanlık Seçimleri, iç ve dış politika alanlarında köklü farklılıklara sahip iki adayın mücadelesine sahne olacak.
Donald Trump ve Kamala Harris arasındaki bu farklar, sadece ABD’nin değil, dünya siyasetinin de geleceğini şekillendirecek nitelikte. İç siyasette göç, ekonomik eşitsizlik ve sosyal adalet konularında birbirine zıt yaklaşımlar sergileyen iki aday, dış politikada da Asya-Pasifik’ten Orta Doğu’ya, NATO ilişkilerinden Türkiye ile olan ilişkilere kadar farklı vizyonlar ortaya koymaktadır.
a) Trump’ın Çin ve Asya-Pasifik odağı
Donald Trump’ın 2016’da ABD Başkanı seçilmesiyle birlikte, ABD’nin Asya-Pasifik ve Çin politikalarında köklü değişiklikler yaşanmış ve Trump, selefi Barack Obama’nın iş birliğine dayalı yaklaşımlarını terk ederek, Çin’e karşı daha sert ve rekabetçi bir politika benimsemişti.
Trump’ın “Önce Amerika” (America First) sloganıyla özetlediği dış politikası, özellikle (yükselen güç ve ABD’nin gelecek rakibi olarak görülen) Çin’e karşı ticaret savaşları, teknoloji rekabeti, askeri stratejiler ve bölgesel ittifakları güçlendirme gibi başlıklar etrafında şekillendi.
Trump, başkanlık döneminde ABD’nin Çin karşısındaki ticaret açığını kapatmak amacıyla 2018 yılında Çin’e karşı geniş kapsamlı bir ticaret savaşı başlatmıştı. Bu savaş kapsamında, ithal alüminyum ve çelik gibi Çin mallarına yüksek gümrük tarifeleri uygulanmıştı. Trump, Çin’in para biriminin değerini kasıtlı olarak düşük tuttuğunu ve ABD’ye karşı ekonomik avantaj sağladığını iddia ederek, Amerikan ekonomisinin bu rekabet karşısında zayıfladığını savunuyordu.
Çin de bu hamlelere karşı misillemede bulunarak ABD’den ithal edilen ürünlere ek vergiler getirmişti ve söz konusu bu ticaret savaşları, yalnızca ABD ve Çin arasındaki ekonomik ilişkileri değil, küresel ticaret sistemini de derinden etkilemişti. Her ne kadar Trump yönetimi, bu politikalarıyla Amerikan sanayisini ve işçilerini korumayı amaçladığını öne sürse de, hem ABD’de hem de dünya genelinde ekonomik belirsizliklere neden oldu.
Trump’ın başkanlık dönemi, teknoloji alanında Çin’e karşı ciddi sınırlamaların getirildiği bir dönem olarak da dikkat çekti. Trump, Çin merkezli teknoloji şirketleri TikTok ve Huawei gibi firmalara yönelik kısıtlamalar getirerek, bu şirketlerin ABD’de faaliyet göstermesini engellemişti.
Trump, bu şirketlerin ABD’nin ulusal güvenliği için tehdit oluşturduğunu öne sürmüş ve müttefik ülkelere de Çin teknolojisini kullanmamaları için sözlü baskılar uygulamıştı.
Trump’ın Çin’e yönelik sert politikaları, Covid-19 pandemisi sırasında da devam etti. Trump, pandeminin başlangıcından itibaren Çin’i suçlayarak, virüsün Çin tarafından kasıtlı olarak yayıldığını öne sürmüş ve bu iddiaları hem iç hem de dış politikada bir araç olarak kullanmıştı. Çin’in pandemiden dolayı dünya ekonomisine verdiği zararın telafisi için tazminat ödemesi gerektiğini savunan Donald Trump, yaptığı bu suçlamalarla ABD-Çin ilişkilerinde gerilimi daha da artırmış ve iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin var olandan daha kötüye gitmesine yol açmıştı.
Asya-Pasifik jeostratejisi
Trump, Asya-Pasifik bölgesinde ABD’nin çıkarlarını korumak için Obama döneminde başlatılan dengeleme stratejisini daha sert bir yaklaşımla sürdürmüş ve Obama’nın “Pivot to Asia” politikasını genişleten Trump, Çin’i dengelemek amacıyla “Özgür ve Açık Hint-Pasifik” stratejisini geliştirmişti.
Bu strateji, uluslararası suların ve hava sahasının açık tutulması, ticaret engellerinin kaldırılması ve bölgedeki dost ülkelerle iş birliğinin güçlendirilmesi gibi unsurları içeriyordu.
Trump ayrıca, Japonya, Hindistan, Avustralya ve ABD’nin dahil olduğu Dörtlü Güvenlik Diyaloğu’nu (Quad) yeniden canlandırarak, Çin’in Asya-Pasifik’teki artan nüfuzuna karşı bir denge unsuru oluşturmayı amaçladı. Bu stratejik hamleler, Çin’in bölgedeki etkisini sınırlama çabalarının bir parçasıydı.
Donald Trump’ın 2017-2021 dönemindeki başkanlığı sürecinde, ABD’nin Çin’e ve Asya-Pasifik bölgesine yönelik politikalarında sert ve rekabetçi bir dönüşümü beraberinde getirdiği görülmüştü. Ticaret savaşları, teknoloji kısıtlamaları, askeri stratejiler ve bölgesel ittifaklar, Trump’ın Çin’i dengelemek ve ABD’nin küresel liderliğini sürdürmek için izlediği ana politikalar olarak öne çıkmıştı.
Bu süreçte ABD, Çin’in yükselişine karşı daha agresif bir tutum benimsemiş ve söz konusu yürütülen Çin politikaları, yalnızca iki ülke arasındaki ilişkileri değil, aynı zamanda küresel ekonomik ve stratejik dengeleri de derinden etkilemişti.
Trump’ın gidişinden sonra yeniden Beyaz Saray’ı kazanan Demokratlar ise Başkan Joe Biden ve yardımcısı Kamala Harris liderliğinde Çin’e yönelik agresif tavırları sonlandırmış, Ukrayna’ya destek üzerinden Rusya’yı zayıflatmayı amaçlarken Orta Doğu’da da İsrail uydusuyla İran başta olmak üzere bölge ülkelerine ve coğrafyaya hakim olma çabası içine girmiştir.
Trump’ın önceden verdiği “Ben başkan olsaydım Ukrayna savaşı ve 7 Ekim saldırıları olmazdı.” gibi demeçleri de göz önüne alındığı zaman şu konu çok açık olarak karşımıza çıkmaktadır: Trump’ın “Demokratların dış politikasını aynen yürütme” gibi bir düşüncesi bulunmamaktadır.
Tarihi boyunca varlığını bölgesel ve küresel kaoslar üzerinden sürdüren ABD tarihi göz önüne alındığı zaman ise Trump’ın yeniden seçilmesi halinde ABD’nin dış politikadaki “baş düşmanının” yeniden Çin olacağı ve odak bölgesinin de yeniden Asya-Pasifik olacağı düşünülmektedir.
b) Ukrayna-Rusya savaşının gidişatı
Donald Trump, başkanlığı sırasında izlediği dış politika yaklaşımı ve Rusya ile olan ilişkileri nedeniyle sıkça eleştirilmişti. Biden’ın başkanlık sürecinde ise yukarıda da belirttiğimiz üzere Trump, “Ben başkan olsaydım Ukrayna-Rusya savaşı olmazdı” şeklinde iddialı demeçler vererek, kendi yönetim tarzının mevcut krizi önleyebileceğini savundu. Bu bağlamda, Trump’ın yeniden seçilmesi durumunda Ukrayna-Rusya savaşının gidişatında bazı değişiklikler yaşanabileceği göz ardı edilemez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Öncelikle Trump’ın dış politika anlayışı, “Önce Amerika” (America First) stratejisi etrafında şekillenmiştir. Bu strateji, ABD’nin çıkarlarını merkeze alan ve “eğer ki ABD için çıkar barındırmıyorsa” diğer ülkelerin iç işlerine karışmaktan kaçınan bir yaklaşımı benimsemektedir.
Trump’ın başkanlığı döneminde, NATO gibi geleneksel müttefikler ve savunma ittifaklarına yönelik eleştirileri de bizlere ABD’nin dış müdahalelerini sınırlama eğilimi göstermişti. Bu nedenle, Trump’ın yeniden başkan seçilmesi halinde, ABD’nin Ukrayna’ya verdiği karşılıksız askeri ve mali desteğin azaltılması olasılığı çok yüksektir.
Konunun diğer bir penceresinden bakacak olursak Trump, başkanlığı boyunca Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile sıcak bir ilişki kurma çabasında olmuştu. Bu nedenle, Trump’ın seçilmesi durumunda Rusya ile diplomatik ilişkilerin yeniden canlanması, hatta Rusya’nın Ukrayna üzerindeki baskısının azaltılmasına yönelik müzakerelerin başlatılması da mümkün olabilir.
Trump, kendini bir “anlaşma yapıcı (deal maker)” olarak tanımlamış ve dış politikada müzakereleri ön planda tutmuştur. Bu nedenle, Trump’ın olası 2. başkanlığı döneminde Ukrayna-Rusya savaşının diplomatik yollarla çözüme kavuşturulması için yeni girişimlerin başlatılması olasıdır. Ancak, Trump’ın Rusya’ya yönelik tavizkâr tutumu, Ukrayna’nın egemenliği ve toprak bütünlüğü konusunda nasıl bir denge sağlayacağı konusunda soru işaretleri yaratabilir.
c) Trump’ın seçilmesinin Filistin işgaline olası yansımaları
Donald Trump, başkanlığı döneminde İsrail lobisi ile olan ilişkilerini güçlendirmiş ve Orta Doğu’da herhangi bir bölgede dahil olmak üzere özellikle Filistin’e yönelik politikalarda taraflı bir tutum sergilemiştir.
Trump’ın yeniden seçilmesi halinde, bu eğilimin daha da pekişmesi beklenebilir. Trump’ın “Yüzyılın Anlaşması” olarak adlandırdığı plan, Filistinliler tarafından büyük tepkiyle karşılanmış, çünkü bu plan, İsrail’in yerleşim politikalarını meşrulaştırmış ve Filistin’in toprak kayıplarını derinleştirmişti.
Trump’ın olası ikinci başkanlık dönemi, İsrail’in Filistin’deki işgal politikasını daha da cesaretlendirebilir. Trump, başkanlık dönemi boyunca Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan ve Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıyan ilk ABD başkanı olmuştur. Bu hamleler, İsrail’e uluslararası alanda daha fazla destek sağlarken, Filistin’in haklarına yönelik saldırıların artmasına zemin hazırlamıştır.
Trump’ın tekrar seçilmesi halinde, İsrail’in Batı Şeria’da yerleşim yerlerini genişletme politikası karşısında ABD’nin sessiz kalması ya da bu politikaları desteklemesi olasıdır. Bu durum, Filistin’in toprak kayıplarının devam etmesine ve iki devletli çözüm ihtimalinin daha da zayıflamasına yol açabilir. Trump’ın ABD dış politikasında İsrail’e verdiği güçlü destek, Filistin-İsrail çatışmasının çözümüne yönelik uluslararası girişimlerin zayıflamasına neden olabilir.
Ayrıca, Trump’ın İran’a karşı sert politikalarının devam etmesi, İsrail’in güvenlik endişelerini daha da artırabilir ve bu da Filistin’e yönelik askeri operasyonların yoğunlaşmasına yol açabilir. Trump yönetimi, İran’a karşı oluşturduğu baskı politikaları ve İsrail’in güvenlik çıkarlarını öncelikli duruma getiren yaklaşımlarıyla, Orta Doğu’daki dengeleri İsrail lehine daha da bozabilir.
Öte yandan bir diğer ihtimal dahilinde ise İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile sıkı dostluğu olduğu bilinen Donald Trump, arkadaşının tıpkı Hitler gibi bir “günah keçisi” olarak gösterilmesinden ve bütün bu nefret dolu savaş suçlarının sadece Netanyahu’nun üzerine yıkılmasından çekinip İsrail’in Filistin’i işgalini durdurabilir.
Sonuç olarak, Trump’ın yeniden seçilmesi halinde ABD’nin İsrail’in Filistin’i işgaline yönelik politikalarının daha da sertleşmesi, Filistin’in uluslararası arenada daha fazla izole olmasına yol açabilir. Bu durum, bölgede uzun vadeli bir barışın sağlanmasını zorlaştıracak ve Filistin halkının haklarına yönelik saldırıların artmasına neden olabilecektir.
d) Trump’ın seçilmesi ihtimalinde NATO ülkelerindeki ayrışmalar ve fikir ayrılıkları
Donald Trump, başkanlığı döneminde NATO’ya yönelik eleştirileri, ABD’nin ittifak içerisindeki yükünün fazla olduğunu vurgulaması ve devamında NATO ülkelerine karşı savunma harcamalarını artırma baskısıyla dikkat çekmişti. Bu tutum, NATO üyeleri arasında huzursuzluk yaratmış ve ittifak içindeki dayanışmayı zayıflatmıştı.
Dünya gündeminde bölgesel çatışmaların arttığı ve Üçüncü Dünya Savaşı’nın konuşulduğu mevcut konjonktür göz önüne alındığında Trump’ın yeniden seçilmesi durumunda, bu baskının artarak devam etmesi muhtemeldir ve bu da NATO içerisinde derin ayrışmalara yol açabilir.
Özellikle, Trump’ın NATO üyelerini tehdit olarak gördüğü durumlar dışında ABD’nin askeri müdahalelerini sınırlama eğilimi, Avrupalı müttefikler arasında güven bunalımına yol açabilir. Bu durum, özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde, Rusya’nın agresif politikalarına karşı güvenlik endişelerinin artmasına neden olabilir.
Ayrıca Ukrayna-Rusya savaşını bitirme konusunda Trump’ın diplomatik müzakereleri ön planda tutma olasılığı da NATO içerisinde fikir ayrılıklarına neden olabilir. Trump, Rusya ile daha yakın ilişkiler kurma eğiliminde olduğu için, Ukrayna’ya verilen desteğin zayıflaması ve savaşın sonlandırılmasına yönelik farklı stratejiler benimsenmesi, özellikle Doğu Avrupa ülkeleriyle ve Fransa ve Almanya başta olmak üzere NATO’nun demirbaşlarıyla ABD arasında gerilimlere yol açabilir. NATO’nun Rusya’ya karşı ortak tutumunu sürdürmekte zorlanabileceği bu senaryoda, ittifakın birliği ve bütünlüğü ciddi şekilde tehlikeye girebilir.
Sonuç olarak, Trump’ın yeniden seçilmesi durumunda NATO içindeki ayrışmaların derinleşmesi, ittifakın karar alma süreçlerinde ciddi engellere yol açabilir. Savunma harcamaları ve Ukrayna-Rusya savaşı konusundaki fikir ayrılıkları, NATO’nun gelecekteki işlevselliği ve dayanışması üzerinde olumsuz etkiler yaratabilirken Rusya ve Çin etrafında toplanan diğer ülkelere ise bir fırsat doğabilir.
e) İki başkan adayının perspektifinden Türkiye ilişkileri
Biden ve Obama Dönemlerinde Demokratların perspektifinden ABD-Türkiye ilişkilerine bakıldığında, Barack Obama’nın başkanlık döneminde Türkiye, ABD’nin Orta Dsuriyeoğu’daki stratejik müttefiklerinden biri olarak önemli bir rol oynadı. Obama, Türkiye’yi bölgesel istikrarın sağlanmasında kilit bir ortak olarak gördü ve bu çerçevede iki ülke arasındaki ilişkiler genel olarak yapıcı bir zeminde ilerledi.
Ancak zamanla, Suriye İç Savaşı, ABD’nin PKK’nın Suriye kolu olan YPG terör örgütüne destek vermesi gibi konular, zaman zaman gerginliklere neden oldu. Joe Biden, Obama’nın başkan yardımcısı olarak bu politikalara destek vermişti. Biden’ın başkanlığı döneminde de Türkiye ile ilişkilerde Türkiye’nin Rusya’dan S-400 hava savunma sistemlerini alması, Türkiye’nin Libya, Doğu Akdeniz, Dağlık-Karabağ gibi bölgesel atılımları, ABD’nin YPG ile ortaklığı ve bölücü terör örgütü FETÖ’nün elebaşı Fethullah Gülen’in iadesi gibi konularda gerilimler yaşandı.
Donald Trump’ın başkanlığı döneminde ise Türkiye-ABD ilişkileri, hem yakın hem de karmaşık bir dönem geçirdi. Trump, başlangıçta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile kişisel düzeyde yakın ilişkiler geliştirdi ve bu ilişki, iki ülke arasındaki diplomatik bağları güçlendirdi.
Sonralarında Trump, Türkiye’nin S-400 hava savunma sistemlerini satın almasına karşı çıkarken, bu konuda Ankara’ya uygulanan yaptırımların daha sert olması gerektiğini savundu ve ekonomik yaptırımların fitilini ateşledi. Ek olarak Halkbank davası, Rahip Brunson krizi gibi konular da iki ülke arasında zaman zaman gerilimlere yol açtı ve Türkiye’ye yönelik yaptırımları arttırdı.
Öte yandan, Trump’ın Suriye’deki Amerikan askerlerini geri çekme kararı ise Türkiye’nin bölgedeki operasyonlarını dolaylı bir şekilde kolaylaştırdı.
Kamala Harris’in kazanma ihtimalinde Türkiye ile olası ilişkiler
Kamala Harris, mevcut başkan yardımcısı olarak Demokratların perspektifinde yürütülen ABD’nin Türkiye politikasını büyük ölçüde sürdürebilir. Dolayısıyla, Türkiye’nin bölgesel açıdan kritik bir aktör olması göz önüne alındığında, olası Harris hükümeti bir yandan bölgede Türkiye’nin güç kazanmasını, saygın bir aktör olarak barışçıl politikalar sürdürmesini engellemeye çalışırken öte yandan ise Türkiye olan NATO müttefikliğini ve ortaklığını dengeli bir şekilde sürdürmeye çalışacaktır.
Harris’in başkanlığı ihtimalinde, bir taraftan ABD yine bölgedeki terör örgütlerini fonlamaya devam ederken diğer taraftan ise “demokrasi, insan hakları” gibi konulardan Türkiye’yi zorlamaya çalışacaktır.
Dolayısıyla seçim yarışını Kamala Harris’in kazanması ABD’nin Türkiye’ye yönelik “eleştirilerinin” artabileceği, ancak stratejik ittifakın da korunmaya çalışılacağı bir dönemi işaret edebilir.
Trump’ın yeniden seçilme ihtimalinde Türkiye ile muhtemel ilişkiler
Donald Trump’ın yeniden seçilmesi halinde, Türkiye ile ilişkilerde bölgesel jeopolitik meseleler ön planda olacaktır. Türkiye’nin Afrika’daki askeri ve diplomatik varlığı, Doğu Akdeniz’deki enerji arayışları, Dağlık Karabağ’daki Azerbaycan’a verdiği destek ve İsrail ile yaşanan diplomatik gerilimler, ABD-Türkiye ilişkilerini etkileyecek başlıca konular arasında yer alacaktır. Trump, bu meselelerde Türkiye’nin bağımsız hareket etme eğilimine karşı pragmatik bir tutum benimseyebilir, ancak bu, Batı ittifakı içinde gerginliklere yol açabilir.
Türkiye ile ABD ilişkileri, sadece Orta Doğu ve Avrupa’da değil, aynı zamanda Afrika’da da stratejik dinamiklerle şekillenecektir. Libya’daki iç savaşta Türkiye’nin Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne verdiği destek, Trump yönetiminin dikkatini çekmiştir. Trump, Libya’da ABD’nin çıkarlarını doğrudan tehdit etmeyen bu duruma karşı doğrudan bir müdahalede bulunmamış, ancak Türkiye’nin bu bölgede artan etkisi, Avrupa’daki NATO müttefikleriyle gerginliklere neden olmuştur.
Türkiye’nin Afrika’daki artan varlığı, özellikle ABD ve Fransa’nın tarihsel sömürge alanlarında dikkat çekmektedir. Türkiye, son yıllarda Afrika’da ekonomik yatırımlarını artırmış, savunma işbirlikleri geliştirmiş ve birçok Afrika ülkesiyle diplomatik ilişkilerini derinleştirmiştir. Ek olarak Türkiye’nin askeri alanda Afrika’daki bazı ülkelerle işbirliği yapması ve eğitim desteği sağlaması, bölgedeki güç dengelerini etkilemektedir. Bu durum, ABD ve Fransa’nın Afrika’daki etkisini dengelemeye yönelik bir hamle olarak algılanabilir.
Türkiye’nin Afrika’daki bu atılımları, ABD ve Fransa’nın dikkatini çekmiş ve yer yer tepkiye yol açmıştır. Trump’ın yeniden seçilmesi durumunda, Türkiye’nin Afrika’daki genişleyen etkisi, ABD ile ilişkilerde yeni bir gerilim kaynağı olabilir. Trump, Türkiye’nin bu bölgelerdeki etkisini sınırlandırmak için diplomatik baskı uygulayabilir ya da önceki döneminde olduğu gibi ekonomik yaptırımları da yeniden değerlendirebilir.
Trump’ın yeniden seçilmesi halinde, Dağlık Karabağ’daki çatışmalarda Türkiye’nin Azerbaycan’a verdiği destek ve Rusya ile bu konudaki dengesi de ABD-Türkiye ilişkilerinde önemli bir mesele olabilir. Trump, Türkiye’nin Güney Kafkasya’da Rusya ile işbirliği yaparak bölgesel nüfuzunu artırmasına karşın, bu durumu Rusya ile ilişkilerde bir denge unsuru olarak görebilir. Ancak bu strateji, NATO içerisindeki diğer müttefiklerle uyumsuzluk yaratabilir.
Yukarıda da bahsedildiği üzere Trump’ın İsrail lobisi ile olan yakın ilişkisi ve Netanyahu ile olan yakın dostluğu da Türkiye ile ABD arasındaki gerilimleri derinleştirebilir. Türkiye’nin İsrail’e yönelik sert eleştirileri ve Filistin’e verdiği destek, Trump yönetiminde ABD’nin Orta Doğu’daki politikalarını doğrudan etkileyebilir. Trump, İsrail’i destekleyen politikalarını sürdürürken, Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarını göz ardı edebilir, bu da iki ülke arasındaki diplomatik gerilimleri artırabilir.
Ayrıca belirtmek gerekir ki Türkiye’nin Rusya ile yakın ilişkileri ve BRICS’e katılma yönündeki eğilimleri de muhtemelen Trump yönetimi tarafından dikkatle izlenecektir. Trump, Rusya ile kişisel düzeyde yakın ilişkiler kurma eğiliminde olsa da, Türkiye’nin Rusya ile askeri ve ekonomik işbirliğini artırması, ABD-Türkiye ilişkilerinde gerginliklere yol açabilir. BRICS’e katılma düşüncesi ise, Türkiye’nin Batı ittifakından uzaklaşma sinyali olarak algılanabilir ve bu durum, Trump yönetiminde ABD’nin Türkiye’ye yönelik baskısını artırabilir.
Sonuç olarak Trump’ın yeniden seçilmesi halinde, Türkiye ile ilişkilerde pragmatik bir yaklaşım izlenmesi olasıdır, ancak bu durum Batı ittifakında ciddi gerginliklere yol açabilir. Türkiye’nin bölgesel atılımları, Rusya ile ilişkileri ve BRICS’e katılma yönündeki eğilimleri, ABD-Türkiye ilişkilerinde yeni sınamalar yaratacaktır. Trump’ın bu meselelere nasıl yaklaşacağı, ABD’nin Türkiye ile olan stratejik ortaklığını yeniden tanımlayabilir.
İsmi Trump ile anılan “Proje 2025” nedir? Neler bekleniyor?
Proje 2025 (Project 2025), Donald Trump ve müttefikleri tarafından oluşturulduğu öne sürülen bir inisiyatif olup, Trump’ın 2024 başkanlık seçimlerini kazanması durumunda ABD federal hükümetini köklü bir şekilde yeniden yapılandırmayı hedefleyen bir plan olarak ortaya çıkmıştır.
Projenin ana hatları, hükümetin işleyişini radikal bir biçimde değiştirmeyi, bürokrasiyi azaltmayı, Trump’ın ilk başkanlık döneminde başlattığı politikaları hızlandırmayı ve bu politikaların kalıcı hale getirilmesini amaçlamaktadır.
Proje 2025’in Temel Bileşenleri
- Federal Yönetimin Yeniden Yapılandırılması: Proje, federal yönetimde büyük çaplı değişiklikler öngörmektedir. Trump’ın hedefi, özellikle devlet dairelerinde ve ajanslarında ciddi bir küçülmeye gitmek ve hükümetin rolünü azaltmaktır. Bu yeniden yapılandırma, Trump’ın yönetim felsefesine uygun olarak, devletin müdahale alanını daraltmayı ve özel sektöre daha fazla alan açmayı hedeflemektedir.
- Yönetici Kadroların Değiştirilmesi: Proje 2025, hükümetin üst kademelerinde görev yapan bürokratların Trump’a sadık kişilerle değiştirilmesini öngörmektedir. Bu, Trump’ın yönetim anlayışını daha etkili bir şekilde uygulayabilmesi ve bürokrasideki dirençleri kırabilmesi için önemlidir. Trump’ın “derin devlet” olarak tanımladığı ve hükümet içerisindeki muhalif yapı olarak gördüğü unsurlara karşı bir temizlik hareketi başlatılması beklenmektedir.
- Yargı ve Hukuk Reformları: Proje 2025, yargı sistemi üzerinde daha fazla kontrol sağlama amacını gütmektedir. Trump, özellikle federal yargıç atamaları yoluyla yargı sistemini kendi politikalarına uygun bir şekilde şekillendirmeyi planlamaktadır. Bu kapsamda, yargı bağımsızlığı konusunda eleştirilerin artabileceği öngörülmektedir.
- Göçmenlik Politikalarının Sertleştirilmesi: Trump, başkanlığı süresince sert bir göç politikası izlemiş ve bu politikanın daha da sıkılaştırılmasını Proje 2025’in temel unsurlarından biri olarak görmüştür. Proje, yasadışı göçle mücadeleyi artırmayı, sınır güvenliğini daha da güçlendirmeyi ve göçmenlik yasalarını sertleştirmeyi amaçlamaktadır.
- Dış Politikada “Önce Amerika” Yaklaşımı: Proje 2025, Trump’ın dış politikada “Önce Amerika” yaklaşımını daha da derinleştirmeyi planlamaktadır. Bu, uluslararası anlaşmalardan çekilmeyi, müttefiklerle ilişkileri yeniden müzakere etmeyi ve ABD’nin çıkarlarını ön planda tutan bir dış politika izlemeyi içerir. NATO gibi uluslararası kurumlarla ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesi ve ABD’nin küresel sorumluluklarının sınırlandırılması bu stratejinin önemli parçalarıdır.
Sonuç olarak Proje 2025, Trump’ın ABD’yi yönetme vizyonunun radikal bir şekilde uygulanmasını hedefleyen kapsamlı bir plan olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu projenin hayata geçmesi durumunda, ABD’nin iç ve dış politikasında köklü değişiklikler beklenmektedir. Federal yönetimdeki reformlar, bürokrasinin azaltılması, göç politikalarının sertleştirilmesi ve uluslararası ilişkilerin yeniden şekillendirilmesi gibi unsurlar, ABD’nin hem iç siyasetinde hem de küresel arenada farklı bir döneme girmesine, ABD’nin iç ve dış politikalarında daha milliyetçi ve izolasyonist bir yaklaşımın benimsenmesine yol açabilir. Proje 2025, Trump’ın yönetim anlayışının ve politikalarının kalıcı hale getirilmesi için önemli bir araç olarak görülmektedir.