Günümüzde terör ve şiddet eylemlerinin yeni merkezlerinden birisi haline gelen Sahel bölgesi, son yıllarda yerel ve uluslararası ölçekte uygulamaya alınan askeri modellere rağmen istikrarsız ve kırılgan güvenlik atmosferini koruyor. Geniş tanımlama dahilinde; Senegal, Moritanya, Mali, Burkina Faso, Nijer, Nijerya, Çad ve Sudan’ı sınırları içine alan Sahel bölgesini yaygın coğrafi ön kabulden hareketle Moritanya, Mali, Burkina Faso, Nijer, Çad ile sınırlandırabiliriz. Bununla birlikte bölge, küresel terör hareketlerine ve farklı motivasyona sahip devlet dışı silahlı aktörlere (DDSA) ev sahipliği yapıyor olmasının yanı sıra uluslararası kuruluşların raporlarına göre sivillere yönelik şiddet eylemlerinin (7 Ekim sonrası Filistin’deki İsrail katliamlarından sonra) başını çekiyor olması sebebiyle adeta farklı askeri yaklaşımların ve güvenlik doktrinlerinin test edildiği bir laboratuvara dönüştü.
Hiç şüphesiz terör ve şiddet eylemlerinin kökeninde demografik, ekonomik, kalkınma odaklı ya da sosyolojik gerekçelendirmelerin oldukça önemli yer tuttuğu söylenebilir. Buna ek olarak uygulanan terörle mücadele stratejilerinin de bu bileşenlerle entegre ilerlemesi gerektiğini ifade etmek gerekir. Ancak 2012 sonrası batılı ülkeler başta olmak üzere yerel ve farklı uluslararası aktörler tarafından bölgeye dayatılan güvenlik yaklaşımları, mevcut sorunlara çözüm üretemediği gibi bölge ülkelerinin DDSA’lar nezdinde giderek birer ‘güvenli liman’ (safe haven) haline gelmesine zemin hazırladı. Süreç içinde uygulanan başarılı operasyon ve müdahalelerden söz edebilmek mümkün olsa da uzun vadede Sahel için yeni güvenlik yaklaşımlarına ihtiyaç duyulmaktadır.
Geleneksel Yaklaşımlar
Yetersiz askeri ve siyasi kapasite, Sahel bölgesindeki ülkelerin terörizm, etnik çatışmalar, organize suçlar ve insan kaçakçılığı gibi farklı tehditlerle mücadelede zorlanmasına yol açıyor. Ayrıca 2020 yılından günümüze 4 ülkede gerçekleşen askeri darbe, göreve gelen askeri rejimlerin kendilerini korumayı ve güvence altına almayı amaçlayan reform girişimleriyle mevcut askeri yapıların kurumsal işleyişine önemli ölçüde sekte vuruyor.
Bu tablo, bölgesel ya da uluslararası oluşumlardan kaynaklı dış müdahaleyi kaçınılmaz hale getirdiği gibi her bir ülkenin sahip olduğu farklı tehdit algılamalarından ötürü bu müdahalenin özgün ve ilgili ülkenin şartlarını göz önünde bulunduran şekilde planlanması gerekliliğini ortaya koyar. Bundan hareketle ilk olarak askeri güç kullanımına odaklanan realist yaklaşım, aynı zamanda devletlerin kendi güvenliklerini sağlama sorumluluğuna vurgu yapar. Bu yönde, devletlerin silah ve ekipman bakımından güçlendirilmesi ya da çeşitli güvenlik iş birliklerine gidilmesi öngörülür. Ancak Sahel özelinde pek çok örnek, realist yaklaşımın ‘yukarıdan aşağıya’ yöntemler neticesinde başarısızlığını ve buna bağlı olarak radikalleşmeyi tetiklediğini gösteriyor. 2012 yılında Fransa öncülüğünde başlayan Serval ve Barkhan Operasyonları, bu argümanı destekler mahiyette, Mali ve Nijer’de faaliyet gösteren grupların daha fazla konsolide olarak toplumsal tabana sirayet ettiğini ve uzun vadede geri kalan askeri operasyonların maliyetini artırdığını göstermesi bakımından önemlidir.
Buna karşın liberal yaklaşıma baktığımız zaman, BM başta olmak üzere Avrupa Birliği (AB), G5 Sahel Gücü, ECOWAS ve Afrika Birliği (AfB) gibi uluslararası ve bölgesel örgütlerin karşılıklı iş birlikleri ile güvenlik mekanizmaları kuracağını ve bunun sonucunda kırılgan güvenlik atmosferinin iyileştirileceği öngörülebilir. Nitekim, son dönemde AB ve BM’nin bölgedeki askeri varlıklarını sonlandırma yönünde aldığı kararlar ya da G5 Sahel Gücü ve benzeri oluşumların etkisini kaybederek dağılması, liberal yaklaşımların en azından Sahel’deki askeri dengeleri iyi okuyamadığını teyit eder. Ayrıca bölgedeki hemen hemen tüm ülkelerin darbe sonucu göreve gelen askeri iktidarlar oluşu, liberal yaklaşımların ‘demokratik yönetimlerin daha barışçıl olduğu’ varsayımını ve ‘demokratik reformların teşvik edilmesi’ yönündeki girişimlerini boşa çıkardığı söylenebilir.
Üçüncü ve belki de Afrika’daki güvenlik dinamiklerini görece en iyi okuyabilecek yaklaşımlardan birisi eleştirel güvenlik yaklaşımıdır. Güvenliğin sadece askeri değil aynı zamanda insani boyutlarının da ele alınması gerekliliğini savunan eleştirel güvenlik çalışmaları, Sahel’deki devlet ya da askeri inisiyatiflerin geliştirdiği terörle mücadele programlarının insani yardımlar, eğitim, sağlık ve benzeri alt başlıklardan bağımsız ilerlediğini varsayar. Ayrıca bölge genelindeki ekonomik sorunlar ve sosyal adaletsizliklerin de terör ve şiddet eylemlerinin meydana gelmesinde etkili birer unsur olduğunu belirtir. Bu bağlamda El-Kaide uzantılı Cemaaat Nusrat val İslam Muslimin (JNIM) ya da IŞİD bağlantılı ISGS’nin, Mali’deki Tevarık ve Fulani etnik gruplarının ilgili ülkelerde marjinalize edilmiş topluluklar oluşundan faydalandığını söylemek gerekir. Öte yandan eleştirel güvenlik perspektifi, merkezden uzak kırsal alanlarda çevresel krizlerin yarattığı tahribat ve bu durumun radikalleşme faaliyetleri ile ilişkisini de Sahel özelinde anlamamıza yardımcı olur.
Yeni Savaş Teorisi ve Sahel’deki Güvenlik Dinamikleri
Ancak yukarıda bahsedilen üç farklı ekolün üç farklı güvenlik tanımlamasından ayrışarak Sahel bölgesindeki kriz ortamına alternatif çözüm önerileri getirebilecek en kapsamlı yaklaşımın ‘yeni savaş’ teorisi olduğu ifade edilebilir. Mary Kaldor tarafından Soğuk Savaş sonrası dönemdeki savaşın değişen karakterini tasvir eden yeni savaş yaklaşımı, devlet aygıtı ve DDSA’lar arasındaki ilişkileri merkeze alır. Buna göre şiddet, ideoloji yerine kimlik siyaseti üzerinden ele alınır. Diğer taraftan sivil toplumun gerek çatışma çözümü gerekse temsil noktasında kritik bir bileşen olduğunu söylemek mümkündür. Bununla beraber çatışmalarda geleneksel olmayan asimetrik yöntemler ön plana çıkar.
Gelinen noktada Sahel özelinde yeni savaş teorisini üç başlık altında özetleyebilir, belli bir çerçeve çizebiliriz. Bu anlamda; askeri müdahale ve terörle mücadelede iş birliklerine ek olarak sosyoekonomik kalkınma programları ve toplumsal katılımın güçlendirilmesi, birbiriyle paralel ilerleyebilecek bütüncül bir yaklaşımı ortaya çıkarabilir. Öyle ki birbirine yakın sınırlardan kaynaklı olarak bir ülkedeki istikrarsızlığın bir diğer ülkeye yayılmasına karşı Sahel’deki yerel ve uluslararası paydaşların bölge bazlı değil ülke bazlı yöntemler geliştirmesi gerekir. Örneğin Burkina Faso, Nijer ve Mali’nin paylaştığı Üç Sınır Bölgesi, sağladığı transit geçiş imkanından ötürü ISGS ve JNIM için terör faaliyetlerinin taktik düzeyde ve gerekli durumlarda bir başka ülkeye kaydırılmasına yol açmakta, ilgili DDSA’lara önemli bir esneklik alanı tanımaktadır.
İkinci bir husus, kalkınma ve toplumsal katılımı artırmayı amaçlayan yönetim reformlarıdır. Çünkü DDSA’ların son dönemdeki yükselişinin bir diğer belirleyici unsuru merkez-çevre ilişkisinin ve buna bağlı olarak yerel yönetişimin Sahel bölgesindeki devletlerde oldukça zayıf oluşudur. Merkezin kendisi ya da merkezi temsil eden kurumların yönetişim mekanizmasını inşa etme ve sürdürmede yetersiz olduğu alanlar, DDSA’lara geleneksel anlamda yerel güç odaklarıyla bir toplumsal sözleşme oluşturma fırsatı tanımaktadır. Mali’deki JNIM örneğinde olduğu gibi terör gruplarının genişlemesi, iç savaş bölgelerindeki etnik ve klan bazlı kurumların zayıflığı ve değişkenliğinden kaynaklanmaktadır. Bu zayıflık, etkin DDSA’lar için yerel dinamiklere sızma noktasında değerlendirilmektedir. JNIM, ISGS ya da Mali’de etkin olan Katiba Macina (MLF) gibi terör hareketleri, mevcut yönetişim eksikliklerini ve sosyal kırılmaları kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak güçlerini konsolide etmekte, topluluklar arası ayrışmalardan yararlanarak ‘böl-yönet’ stratejisini izlemektedirler. Buna karşın merkezi hükümetin yanı sıra yerel yönetimlerin kapasitelerinin artırılması ve yerel halkın uygulanan güvenlik politikalarına karşı ikna edilmesi mümkün hale gelebilir. Aksi takdirde radikalleşme ve terör gruplarının militan devşirme olanaklarının artması beklenebilir.
Sonuç olarak Sahel’deki güvenlik sorunları, çok boyutlu ve karmaşık bir yapıya karşılık geldiği için buna karşı geliştirilecek yaklaşımların mevcut tabloya cevap vermesi gerekmektedir. Ayrıca çalışma kapsamında vurgulanan güvenlik yaklaşımlarının teorik temelleri, uygulanabilir politika ve stratejilerle desteklenmelidir. Böyle bir potansiyel senaryoda bölgesel ve uluslararası iş birliklerinin güçlendirilmesi, insani güvenliğin önceliklendirilmesi ve demokratik reformların teşvik edilmesi, Sahel bölgesinin daha istikrarlı ve güvenli bir bölge haline gelmesine katkıda bulunacaktır.